BAYRAMLAR ESKİMEDİ, ONLARI BİZ ESKİTTİK
Hepimiz bayramlar yaklaşırken dert yanarız birbirimize. Nerede o eski bayramlar diye. Bayramlar eskimedi ki onları biz eskittik. Eskiden çoğunlukla annelerimiz çalışmazdı. Onlar evimizin demirbaşıydılar. Neredeyse günün 24 saatini evine yuvasına adayan fedakârlardı. Tertemiz evler, tertemiz çamaşırlar, sofrada 3-5 çeşit en lezizinden yemek. Çamaşırlarımız düzenli yıkanır, misler gibi en sağlıklısından açık havada kurutulur, ütüsü kolası yordamınca yapılırdı. İftar sofrası saatinde hep hazırdı. Ne bir dakika geç, ne de erken. Bayram alışverişi anne babayla çıkılan en keyifli alışverişti. Bayramdan bir hafta önce bayram temizliği telaşı alırdı evi. Kapılar, camlar, halılar, koltuklar yerler pırıl pırıl hazırlanırdı bayram için. Bayram şekerleri çikolataları alınır, bayram için misafirlere ikram edilecek tatlıları kadayıfından baklavasına, kalbura bastısından revanisine evde o hamarat annelerin ellerinden çıkardı. Arefeden bir gün önce anneanneler babaanneler nerede yaşıyorsa o diyarlara yolculuklar başlardı.
Ben çok şanslı bir çocukluk geçirdiğimi düşünüyorum. Çünkü bizim evde bayram demek köy demekti. Anneannem, babaannem, dedem, teyzelerim, dayılarım amcalarım, halalarım ve güzel köyüm demekti. Otobüs beni tuttuğu için genelde trenle giderdik. Bazen de mecburen otobüsle. Memlekete varana kadar içi dışına çıkan bir çocuk huzursuzluğunda olsa da yolculuklarım olsun yine de çok sevinirdim gittiğimiz için. Şikayet etmezdim.
Dinar otogarına yada istasyonuna varınca babam bir taksi tutar köye çıkardık. Mis gibi çam ormanlarının içerisindeki toprak yolu tozuta tozuta. Yollar asfalt olmadığı için taksilerin içinin çok tozlu olduğunu hatırımda kalan tek şey. Yol biter köyün ilk evi görününce için pır pır ederdi. Anneannemi, babaannemi dedelerimi akrabalarımı göreceğim diye.
Rahmetli anne dedem upuzun boyu ve masmavi gözleriyle hep aklımda. Torunlarını gözlerinden öpen köyün hocası Mehmet dedem. Bizi görünce heyecandan eli ayağı karışan ve her defasında hem karşılarken hem uğurlarken ağlayan anneannem Zeliha. Nam-ı diğer Zeliş İnge. Babaannem Fatma ve varlığıyla çocuklarını ve torunlarını hep gururlandıran istiklal Savaşı gazisi Hüseyin dedem. Madalyası baş köşede gurur tablosu ailemiz için. Savaşta komutanı “Karşı cephede savaşan Türk askerlerine kim 2 kova su götürecek, susuz kalmışlar” dediğinde uçuşan mermilere aldırmadan gönüllü olan, vardığında iki kovada da suların mermilerden korunmak için yaptığı manevralarda azalan ama yine de suyu askerciklere yetiştiren benim Hüseyin dedem. “Bana yıllarca yaptığım askerlikte devletin potini nasip olmadı, bizim botumuz çarıktı oğul” diyerek başladığı İstiklal Savaşı anılarını, gözünde yaşı, göğsünde çok büyük bir gururla anlatan gözümüzün nuru. Vurulup tedaviye giderken öküz arabasında su su diyerek inleyen… ama vurulduğu için yasak olduğundan bir yudum dahi içemeyen. Radyoda Türk Silahlı Kuvvetleri saati başladığında oturduğu yerden saygı duruşu için 80 küsür yaşına rağmen fırlayıp esas duruşta bekleyen. Atatürk dendiğinde Kemal Paşasını anlata anlata bitiremeyen Atatürk’ün silah arkadaşı benim gazi dedem. Nurlar içinde yat emi…
Bayramdan bayrama gördükleri torunlarını yerlere göklere sığdıramayan benim güzel ailem. Birini diğerinden ayıramadığım amcalarım, teyzelerim, halalarım ve dayılarım. Köyün ilk okuyup köyden dışarı çıkanlarından babam ve ardından onun yolundan devam eden dayılarım. Büyük dayım Nazilli Milli Eğitim Şube Müdür yardımcılığı yaptı yıllarca. Sonrasında emekli oldu. Yamalak da bir dönem belediye başkanlığı dahi yaptı. Küçük dayım halen Nazilli’de öğretmenlik yapıyor. Babam Öğretmen okulu mezunu. Mesleğini sonrasında yapmasa da hayatımızın her daim en büyük öğretmeni oldu.
2-KISIM
Köye vardığımızda hasret gidermek için kucaklaşmalardan sonra bayram telaşı sarardı hepimizi. Biz kızların elleri arefe akşamından kınalanır, sabahları buruş buruş acıyan avuç içlerimizle ellerimiz zorla yıkardık. Kına kokusu o yüzden bana hep çocukluğumu ve köyümü hatırlatır. Hala çok severim. Bayram namazına giden erkekleri evde bekleyen ahali kahvaltı hazırlığında. Dedemlerin iki oda bir mutfak yan yana 3 göz odaları ve damın üstünde de 2 odalı merdivenle çıkılan ayrı bir evleri daha vardı. Aynı avlu içinde. Kocaman bir samanlık ve bir de sera dedikleri erzakların konulduğu ayrı bir odaları vardı. Bayramlarda 2 ayrı odada sofra kurulurdu. Çünkü anca sığardık. İki ayrı odada iki ayrı sofra. Yer sofrası. Tadına doyulmaz bayram sofraları. Hala hatırladığımda burnumun direğini sızlatan güzellikler. Sofradan kalkar kalmaz el öpmek şeker ve harçlık için çıkılan çocukluğumun bayram ziyaretleri. Bir de arefe günü pişirilen peksimet hiç aklımdan çıkmaz. Köyde her evde peksimet pişer ve herkes birbiriyle paylaşır. Tabaklar evden eve dolaşır. Dızmana tepsileri, toprak macur fırınlarında pişen köy ekmekleri.. kıvırma tatlıları, köpük helvaları…
Bayrama gösterilen özen, verilen değer, hürmet öyle böyle değil… Bayram boyunca her akşam başka bir evde düzenlenen bayram eğlenceleri. Kadınlar temizlenen bir samanlık yada serada toplanır. Köyün güzel sesli kızları göçmen türkülerini ellerindeki gerçek deri, üzeri renkli şekillerle süslenmiş teflerle çalarlar. Ortada da oynayanlar. Oyunlarımız bile başkadır bizim. Sağ ayak sol ayak yanına, sol ayak sağ ayak yanına çekilerek ve arada etrafında dönülerek oynanan. Hızlı ezgilerde değişen tek ayak üzerinde sekerek oynanırdı. Ezgilerini hiçbir yerde hala duymadığım türküler eşliğinde oynanır oyunlarımız. Köyün erkekleri samanlığın acık olan camından köyün güzel kızlarına bakmak için birbirleriyle yarışırlar. Hiç kavga dövüş, olmazdı. Kimse birbirine kötü gözle bakmaz, bir tek kelime de olsa kötü söz söylenmezdi. Asla unutulmayan ziyaretlerinden eğlencesine kadar düşünülmüş, hepsi ayrı bir özen ve itina gerektirecek büyük bir emeğin ortaya çıkışıydı bayram coşkumuz. Ve bu emeğe karşılıkta unutulmayacak bayramlar çıkıyordu ortaya. Hala aklımızın en güzel köşesinde duruyor.
Peki şimdi?... bayram ne demek hepimiz için? Tatil mi? Kafa dinlemek mi? “Bütün bir yıl çok çalışıyorum dinlenmek hakkım” mazeretlerine sığınmak mı? Bayrama gerektiği özeni gösteren ecdadımız sizden az mı yoruluyorlardı? Daha mı az çalışıyorlardı? Hayatları bizden daha mı kolaydı? Hiç sıkıntı ve zorluk çekmemişlerdi?
Dürüst olalım ne olur. Hem kendimize hem onlara. Mesela muhteşem bir bayram için herşeyini ortaya koyan benim köyümden örnekle devam edelim isterseniz. Köyde su yok. Köyün en sarp ve sapa bir yerinden omuzlarına koydukları sıvaağacı dedikleri bilek kalınlağındaki ağacın iki ucuna iki bakır su koyup evlerine gece gündüz su taşırlardı onlar. Çoğunda bir elinde de ayrı bir bakır su. Su pınardan kova ile çekilir. Buz gibi çıkar pınardan su. Kuyu çok derin. Metrelerce ipe bağlı bir kova içeri salınır sağ sol özel bir hareketle batması sağlanır, dolunca da yukarı çekilir. Yolu o kadar dik ki görseniz şaşarsınız. O yokuşu yağmur kar demeden günde kaç defa iner çıkarlardı. Çamaşır için, yemek için, banyo için, içmek için mecburlar. Sabah gün doğmadan kalkarlar. Somunlarını azık yapıp doğru tarlaya. Çoluk çocuk iş güç başında. Anneler hem ev işlerinin tamamından hem de çocuklardan sorumlu. Yedikleri her şeyi kendileri üretiyorlar. Ekmek bile teknelerde mayalanıp, toprak fırınlarda elde pişiriliyor. Evdeki işlerini bitirince doğru tarlaya. Yayla köyünde yazın bile sobalar yanar. Odun dağdan eşeklerle getirilir. O erkeklerin işi. Hayvanların sulanması, güdülmesi, sürüye katılması, sağılması, kırkılması hep el emeği ile. Yani iş, hiç ama hiç bitmiyor. Gece olup ev halkı yorgunluktan serilene kadar. Eller nasır tutmuş toprağı işlemekten. Çatlakların acısı bazen dayanılmaz boyutlara ulaşıyor. Çalışırsan ekmek var, çalışmazsan açsın. Şimdiki gibi ihtiyacı olana odun kömür kapısına, yemeği aşı kapısına gelemiyor o günkü şartlarda. Ya çalışacaksın, ya çalışacak… üçüncü bir yol yok.
Köyümüzün okulu açılana kadar köyün erkekleri kilometrelerce uzaktaki köye gidiyorlar. Babam hep anlatır. O anlattıkça içim üşür. Kar, adam boyu. Tipi soğuk o biçim. Ayağımızda lastik ayakkabı, üstümüzde sadece podye. Şimdiki gibi kaban mont, atkı kimse de yok. İncecik bir okul podyesi, o soğukta alttaki köye okula. “Bazen kardan yol kapanır o köyde kalmak zorunda kalırdık” der. Arkadaşlarımızın anneleri göndermezdi. Yollarda kalır donarız diye. Bu kadar zor şartları çocuk haliyle aşmak ve öğretmen okulunu kazanmak. Ve yıllarca devlet memuru olarak devlete hizmet vermek. Benim babam bence büyük adam. Hem de çok büyük adam. Canım benim babalar günün kutlu olsun benim canım babam.
Hiçbir şey kolay değilmiş yani… boşuna sığınmayalım hayat şimdi zor diye. Siz bugün aynı şartlarda çocuğunuzu gönderir miydiniz okula. Servis bırakıyor servis alıyor sizinkini değil mi evinizin kapısından. Hayat eskisinden zor değil kabul edin bunu. Zor olan bizleriz.
Nerede o eski bayramlar derken biraz insaf biraz empati lazım. Eskiden bayramları bayram yapan analarımız, babalarımız, atalarımızdı. Ya biz, biz ne yapıyoruz bayram sevinci için. Çocuklarımıza ne veriyoruz bayram vefası ile ilgili. 3 gün tatili fırsat bilip bir akrabanın bile kapısını çalmıyoruz. Çocuklarımız birbirlerini yolda görse tanıyamayacak bundan yıllar sonra. Aynı kandan olsalar bile. Bunu böyle yapan kim? Biz değil miyiz. El öpmeyi bile unutturduk onlara. Yeni nesil el öpmeyi neredeyse bilmiyor. Hürmetsizlik, hatırsızlık, kimin hayat felsefesi. Hepimizin değil mi?
Dedik ya yazının başında; ”bayramlar eskimedi, onlar hala o eski bayramlar.
Onları biz eskittik”.
Hepinize iyi bayramlar…. Bayramlarınız bayram olsun…
Dedik ya yazının başında; ”bayramlar eskimedi, onlar hala o eski bayramlar.
Onları biz eskittik”.
Hepinize iyi bayramlar…. Bayramlarınız bayram olsun…
KAYNAK. Flaş Medya gazetesi yazarı Semra Şener'in köşe yazılarından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder